İnsanın değeri yüreğinin ağırlığı kadardır. "Hacı Bektaş"
Tarih Şubat 1920, yer Maltimore
Maryland Amerika, Johns Hopkins Üniversitesi öğretim görevlisi John B. Watson
ve asistanı Rosalie Rayner hepimizin bildiği Pavlov’un köpeklerle yaptığı
şartlı refleks deneyini baz alarak insanlar üzerindeki klasik şartlandırma
konusunda ampirik bir deneye imza atarlar. Birçoğunuzun bildiği gibi Deneycilik,
empirizm veya ampirizm, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle
kazanılabileceğini öne süren görüştür. Deneyci görüşe göre insan zihninde
doğuştan bir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha gibidir. Bilginin
kaynağında aklı gören rasyonalizm geleneğine karşıt olarak deneycilik her tür
bilginin sonradan deneyimle, duyumlarla elde edildiğini ileri süren bir felsefi
temele sahiptir.
Bu kısa açıklamadan sonra deney
ve sonuçları ile devam edelim. Davranış psikolojisinin kurucusu sayılan Watson
ve asistanı olan Rayner korku ve insan deneyimi arasındaki ilişkiyi araştırmak
ve test etmek için bir bebeğe ihtiyaç duyarlar ve bu konuda yardımcı olabilecek
bir aile ararlar. Sonunda literatüre Küçük Albert Deneyi ( Little Albert
Experiment) olarak geçen deneyin kahramanı 9 aylık Albert’i bulurlar.
Deneye başlamadan önce Albert’in
farklı durumlara verdiği tepkileri ölçmek üzere bir odaya alırlar ve duygusal
testlere tabii tutarlar. Bunun için Albert’in bulunduğu odaya sırasıyla beyaz
bir fare, bir tavşan, köpek, maymun, tüylü ve tüysüz maske, pamuk, yün,
yanan bir gazete parçası gibi materyaller bırakırlar ve daha sonra Albert’in
verdiği tepkileri gözlemlerler. 9 Aylık küçük Albert nesnenin ne olduğunu çok
önemsemeden hemen hepsiyle oynar ve meraklar ilgilenir. Albert’in odaya
bırakılanlara koşulsuz karşı tepkisini inceleyen Watson ve asistanı görür ki
Albert fareden veya diğer nesnelerden korkmak bir tarafa tam aksine onlarla
oynar ve hatta çoğu zaman bu durumdan memnun bir şekilde gülümser. Tam bu
noktada deneyin ikinci aşaması için hazırlıklar başlar.
Watson ve Rayner, 9 aylık
Albert’i boş bir odaya alırlar. Albert’in üzerinde oturduğu beyaz yatak
haricinde hiçbirşey bulunmayan odaya beyaz fareyi gönderirler ve tam Albert
fareye dokunup sevmeye başladığı anda araştırmacılar bir çekiç ve bir çelik
çubuğu birbirine vurarak rahatsız edici ve ürkütücü sesler çıkarırlar. Sesleri duyan Albert
korkar ve ağlamaya başlar. Ağlaması dindikten sonra fareye tekrar dikkati
kaydığı anda aynı seslere maruz bırakılan Albert bir süre sonra ses olmamasına
rağmen fareyi gördüğünde strese girer ve korkudan ağlayarak kaçmaya
çalışır.
İki bilim insanı, bu durumu, izleyen günlerde birkaç kez daha tekrarlarlar. Watson ve Rayner deneyin bir
sonraki aşamasında odaya tavşan, tüylü maskeler, ve tüylü bir köpek
gibi farklı nesneler sokarlar. Sonuç olarak karşısında giderek büyüyen tüylü
nesneler gören Albert’in bu nesnelerle ilgili korkusu beynine tamamen kazınır
ve tüylü bir nesne odaya girdiğinde onu rahatsız edecek hiçbir ses
çıkarılmamasına rağmen nesneden korkar ve ağlayarak kaçmaya çalışır.
Deneyden de anlaşılacağı üzere,
Albert için korku sebebi olmayan nötr uyaranlar, yaşatılan deneyimler sonrası koşullu
uyaranlara dönüşmüştür.
Sonraki yıllarda 9 aylık bir
bebek üzerinde gerçekleştirilen bu acımasız deneyin ışığında insanoğlunun deneyimlerinin
geleceğini şekillendirdiği üzerine daha bir çok net bilimsel yaklaşımlar ortaya konmuştur.
Doğduğunuzda hiç korkmadığınız ve hayatınızın doğal parçası olarak
tanımladığınız bir çok durum veya nesne aslında çevrenin etkisiyle ve uyaranlar sayesinde
gelecekte denemeye dahi kalkışmayacağınız korkulması gereken birer ucube haline
gelivermiştir. Üstelik farkında olmadığınız bu süreçte, isteseniz de, çözümlere
ulaşmanız gün geçtikçe güçleşir.
Benzer durumlar işletmeler için
de söz konusudur. Korku örgütlerde enerjiyi, yaratıcılığı, inisiyatifi, güveni
ve liderliği hemen her düzeyde engeller. Bu korku yöneticilerde kendini
sinirlilik, hatta bazen zorbalık olarak gösterir. Korku zamanla istediğiniz
şeylerden bile kaçmanıza neden olabilir. Kaçma yöntemlerinin bir çoğu çocukluk
dönemimizde öğrendiklerimize dayanır ve yetişkin olduğumuzda da nasıl
kaçtığımızın farkında ya da bilincinde olmayız. Bu durum örgütlerde o kadar çok
rastlanan bir durumdur ki; kariyer sahibi olmak umuduyla kurumlarda işe başlayan
bir çok dostumuz örgütteki kültürü devam ettirmek adına ses çıkarmayıp başını
öne eğmenin en iyi yol olduğunu ve yeni fikirlerin hoş karşılanmadığını hemen
öğrenir. Tüm bunları bilmelerine ve yapmalarına rağmen, hangi patrona, lidere ya da yöneticiye sorsanız, yönettiği örgütte ya da ekipte inisiyatif alan yenilikçi
bir kültür oluşmadığından yakınır. Çözümün nerede olduğu sizce de oldukça açık
değil mi?
Şimdi külahı önümüze alıp düşünme zamanı;
Çok değerli aile işletmesi
sahipleri büyüklerim ve dostlarım, işletmeleri çocuklarınıza devredememe
sebeplerinizin başında gelecekle ilgili korkularınız gelmiyor mu?
Birçok işletmenin patronu
konumundaki dostlar siz nelerden korkuyor ve çalışanlarınızı dizginliyorsunuz?
Yönetici ya da lider olduğunu
düşündüğüm daha birçok kişi, sizler de makamlarınızdan ya da apoletlerinizin
sökülmesinden korktuğunuzdan değil midir ki takımınızda yer alan her bireyde bizzat davranışlarınızla ya da yönetim şeklinizle yarattığınız
korkularla inisiyatif almalarını engelliyor ve sizden sonra gelecek liderleri
yetiştirmekten kaçınıyorsunuz?
Unutmayın;
“Bütün hayallerimiz gerçek
olabilir, eğer onları ikna edecek cesaretimiz varsa.” Walt DISNEY
Not : Deneyin Türkçe altyazılı videosunu izlemek için TIKLAYIN.
Yorumlar
Yorum Gönder